Translate

27 Eylül 2010 Pazartesi

Giyotinsiz Karanfillere Ağıt / Hüseyin Avni DEDE

Hüseyin Avni Dede / Fotoğraf: Emre Ekinci
Kendimden biliyorum
sizi de ağlatırlar bir gün
nasibi acılardan alırsınız
sizi de öksüz bırakırlar bu kentte 
bu kentte boynu bükük kalırsınız

kendimden biliyorum
hangi çiçeğe uzansanız
karanfil takılır elinize
güneşi eksik olmayan bir yürekle
ölü sokaklardan geçersiniz
dar ve uzun
ister istemez yalnızlık girer kolunuza 
acıları bir kenara itmek isterseniz
kendimden biliyorum
zamanı kurşun gibi eritmek istersiniz  

kendimden biliyorum
siz de alışırsınız zamanla
alıştım karlı gecelerin yağlı karanlığına
sattım kırmızı kazağımı ve akik yüzüğümü
kırmızı kazağa ellibeş lira verdiler
akik yüzüğe yüzotuzbeş
cebimdeki yirmi lirayla ikiyüzon etti
alıştım yağlı karanlığına karlı gecelerin
giyotinsiz karanfillere ağıt tuttum
önce aklımdaydı suyu ekmeği umudu
sonra unuttum

25 Eylül 2010 Cumartesi

Sevdaya mı tutuldum? / Orhan Veli Kanık

Benim de mi düşüncelerim olacaktı,
Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım,
Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle?
Çok sevdiğim salatayı bile
Aramaz mı olacaktım?
Ben böyle mi olacaktım?


20 Eylül 2010 Pazartesi

HÜZZAM / Şiir: Emre Ekinci

Fotoğraf: Emre Ekinci
Mehtab, ruhumla meşk diler belli.
Makamı bir garib Hüzzam...

Sordum, bir dem ise hayat,
Neden ki bu kavgam?

Yürek yangın yeri,
dilek aşka vuslat...

Kaçılmaz bilirim..!
Sonumuz, kuru bir toprak...

14 Eylül 2010 Salı

Ölülerimiz / Nihat Behram


Her sabah
her sabah
o kusursuz acının kollarında
o kusursuz acının kollarında öpüştüğüm gökyüzü
artık
çırpınan yüreğimi yatıştırmıyor. Ve onun
koparıp dizginlerini
uçarcasına boylu boyunca
sakınmasız çarpışı
heyecanlandırıyor beni.
Bir serçe kümesinin konması karşıki dala
belki hiçbir şeydir,
ama sevgilimin mektubunda bir kuş resmi
beni coşkulandırabilir.
Milyarla yıldız arasında tanırım onu
çünkü seyredince güzelleşir sevginin ışıltısı;
binlerce gözüm var
binlerce şafak halindeyim
anlamak istediğim şeyin karşısında
çünkü anlamak zorundayım;
her sevinç kolayca ele geçmez
insan her acının sahibi değildir;
gökyüzü ve nehirler olmasa toprak da anlaşılmaz
ve hayatın kararı kesin:
son ana kadar onuru koruyanlar yaşayacak
söylenecek son söz kahramanca olmalıdır.

Vurgunum
inceliğinim senin
eyy
yapraklarda bir kuş hafifliğinde sürüp giden titreyiş
vurgunum
bir nehri besleyen suların uyumuna,
taşlara hırsla vuruşuna dalganın.

Ölüm seni yanıltmasın...
Nasıl ki yığılır yüzüne gecenin karanlığı
gözlerinle bir başına kalırsın
ölüm öylesine gözuçlarında
savun, kavuştur yüreğini
minicik bir çiçeğin bile kökleri
yaşamak hırsıyla uykusuzdur.

Ölülerimiz...
İşte Stevan Flipoviç.
Bir kahraman.
Faşistler sarmış çevresini.
Sehpada.
Boynunda ip.

Ve o son nefesiyle dalayıp ciğerini
bir bıçak gibi vuruyor kelimeleri dişleri arasından
haykırıyor: "Kahrolsun faşizm; Yaşasın mücadelemiz..."

Steven Flipoviç
onurun bekçisi
direnmenin.

Ölüm seni yanıltmasın...
Bir bir düşün yaşayanları
alnını korkusuzca kaldır
kimin yanındasın
yerin neresi
ve senin en çaresiz anında
tek silahın nedir?

Ölüm seni yanıltmasın...
Usanma hayata yaraşan sesi aramaktan
her kuşun palazlandığı bir yuva vardır,
her dal güneşin ve rüzgarın avuçlarında
kendi hevesince boyanır;
çünkü yaşaması gerekiyor bir şeylerin
bir şeylerin bir şeylerin: senin olan

Bak: kollarını bağlıyorlar;
son defa bakıyor dünyaya Nguyen Van Troi
Birazdan göğsünü parçalayacaklar.
Ama kan onu geriletmiyor.
Başlıyor şarkısına:
"Yaşasın Ho Chi Minh: Yaşasın Vietnam..."

Damarlarım damarlarına bağlı yaralarından
çünkü öldürülmek istenen benim de sevincimdir
Nguyen onun siperi...
Bir buğday tanesi midir
aynı titreyişle
toprağa düşer düşmez kıpırdayan
o şarkı... bir buğday tanesi mi?

Ölülerimiz...
Sesleri dünyamız kadar bilge.
Birazdan kalkacaklarmış gibi
uzanıp bir sipere
koyulaşan...
Ölülerimiz...
Bakışları
uçmaya hazırlanan bir kartal kadar çevik,
vurgunum
gizleyemem.

Sen bağrımı amansızca zorlayan siyahlık
unutma
öldürmekten daha kuvvetlidir ölebilmek.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Akrep gibisin kardeşim / Nazım Hikmet RAN

Akrep gibisin kardeşim, 
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. 
serçe gibisin kardeşim, 
serçenin telaşı içindesin. 
midye gibisin kardeşim, 
midye gibi kapalı, rahat. 
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. 
bir değil, 
beş değil, 
yüz milyonlarlasın maalesef. 
koyun gibisin kardeşim, 
gocuklu celep kaldırınca sopasını 
sürüye katılıverirsin hemen 
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. 
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, 
hani şu derya içre olup 
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf. 
ve bu dünyada, bu zulüm 
senin sayende. 
ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer 
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak 
kabahat senin,
demeğe de dilim varmıyor ama
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!


http://www.dailymotion.com/video/x8o00w_akrep-gibisin-kardeim-genco-erkal_people

Rûya / Halil Cibran

Desen: Halil Cibran
Gece olup da uyku, örtüsünü yeryüzünün yüzüne attığında yatağımı terkettim, kendi kendime; "Deniz uyumaz. Denizin uyanıklığında uyumayan bir ruh için teselli elbet bulunur" diyerek denize doğru yürüdüm.
Kıyıya ulaştım; bulutlar dağların üstlerinden inmiş, o bölgelerin tıpkı ipek bir örtünün güzel bir kızın yüzünü süslediği gibi bürümüştü. Dalgaların ordularına dalarak, onların coşkulu karşılayışlarına kulak kesilerek, arkalarında bulunan sonsuz güçleri, o fırtınalarla birlikte koşturan, yanardağlarla birlekte ayaklanan, çiçeklerin ağızlarıyla gülümseyen, derelerle birlikte şarkı söyleyen güçleri düşünerek uyudum..
Bir süre sonra döndüğümde bir de ne göreyim, yakındaki kayalığın üstünde oturan, bulutların örtüsünün hemen hemen örttüğü üç hayalet... Sanki varlıklarında, irademi zorlayarak bana asılan bir çekim varmışçasına yavaşça onlara doğru ilerledim.
Onlardan sadece bir kaç adım uzaktayken, o yerde bendeki azmi donduran, ruhumdaki hayali uyandıran bir büyü varmışçasına onlara gözlerimi dikerek durdum.
O dakikada üç hayaletten teki kalktı, denizin derinliğinden geldiğini sandığım bir sesle: "Aşksız hayat, çiçeksiz ve meyvesiz bir ağaç gibidir. Güzellik olmaksızın aşk kokusuz çiçekler, çekirdeksiz meyveler gibidir... Hayat, aşk ve güzellik... Çarpıtma ve ayrılık kabul etmeyen, bağımsız, sınırsız bir tek cevherin üç esasıdır." dedi ve yerine oturdu.
Sonra ikinci hayalet ayağa kalktı, gazlı suların kaynayışına benzer bir sesle şöyle dedi: "Başkaldırısız bir hayat, ilkbahari olmayan mevsimler gibidir. Haksız başkaldırı kurak ve çorak bir çöldeki bahar gibidir. Hayat, başkaldırı ve hak... Ayrılık ve çarpıtma kabul etmeyen bir tek cevherin üç esasıdır."
Sonra üçüncü hayalet ayağa kalktı, gök gürültüsüne benzyen bir sesle: "Hürriyetsiz hayat ruhsuz beden gibidir... Hayat, hürriyet ve fikir... Yok olmayan ve yıkılmayan ezeli bir tek cevherin üç esasıdır" dedi.
Sonra üç hayalet durdu, korku salan sesleriyle beraberce: "Aşk ve onun doğurduğu, başkaldırı ve onon vücut verdiği, hürriyet ve onun geliştirdiği, Allah'ın görünümlerinden üç görünümdür. allah alemin sırrıdır" dediler.
O esnada sessizlik, görünmeyen kanatların çırpınışlarıyla, hava'msı bedenlerin titreyişleriyle doldu. Gözlerimi duyduğum sözlerin yankısına kulak kesilerek kapadım. Onları açıp ikinci kez baktığımda ise sis elbisesini kuşanmış denizden başka bir şey görmedim. O üç hayaletin oturuyor olduğu kayaya yaklaştım; sadece gökyüzüne doğru yükselen buhar sütunlarını gördüm.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Özgürlük Üzerine / Halil Cibran

Desen: Halil Cibran
Daha sonra bir konuşmacı söz aldı ve bize Özgürlük'ten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Kentin kapısı önünde ve ocaklarınızın başında özgürlüğünüze tapınmak üzere yere kapanmış olduğunuzu görmüşümdür.
Bu tapınmalarınız sırasında, kölelerin, kendilerinizi ezip öldürmekte olan bir zalim buyrukçunun karşısında eğildikleri gibi öne kapanmıştınız.
Hatta aramızda en özgür diye bilinenin bile, tapınağın korusunda ve burçların gölgesinde özgürlüğünü bir boyunduruk ve kelepçe gibi taşımakta olduğunu da görmüşümdür.
Ve içim sıra yüreğim kanamıştır; çünkü, ne zaman ki özgürlüğün arama tutkusu dahi sizi rahatsız eder ve özgürlüğün bir erek ve tatmin olduğuna dair konuşmayı kesersiniz, işte ancak o zaman özgür kalabilirsiniz.
Ne zaman ki günlerinizin ihtiyaçları düşünmeden ve geceleriniz de bir pişmanlık ve tutkuyla dolu olmadan geçer, işte o zaman gerçekten özgür olursunuz.
Daha doğrusu bu gibi dertler yaşantınızı alt üst ettiği helde kendi bağımsızlığınız ve isteğinizle bunların üstesinden gelebildiğinizde özgür olursunuz.
Ama idrakinizin sabahında, öğle saatlerinize vurduğunuz zincirleri kıramazsınız, gecelerinize ve gündüzlerinize nasıl üstün gelebilirsiniz?
Oysa gerçekte, sizin özgürlük dediğiniz bu zincirlerin en sağlamıdır, ama her halkası güneşin ışınlarıyla parıldamakta ve gözlerinizi kamaştırmaktadır.
Ve özgür olabilmeniz için, kendi benliğinizin görüntülerinden uzaklaşmanız gerekir, değil mi?
Diyelim ki, bu görüntülerden biri adil olmayan bir konun ama onun sizlerin alnına yazmış olan yine kendi ellerinizdir.
Alnınıza yazmış olduğunuz bu kanunun, ne kanun kitaplarını ateşe atmakla, hatta ne de okyanusun bütün suyuyla yargıçlarınızın alınlarını yıkamakla silip-temizleyebilirsiniz.
Ve, diyelim ki, kendisinden kurtulmak istediğiniz bir despot var, ilkin onun içinizde kurmuş olduğu saltanatı yıkmanız gerekir.
Çünkü bir zalimin özgür ve başı dik insanlara hükmedebilmesi için, onların özgürlüklerine bir zulüm ve gururlarında bir utanç bulması gerekmez mi?
Eğer kurtulmak istediğiniz bir dertse, bilin ki bu derdi bir başkası değil kendiniz kendi başınıza sarmışsınızdır.
Ve eğer kurtulmak istediğiniz görüntü bir korkuysa, o korkunun yerleştiği yer kendisinden korkulanın eli değil, sizin yüreğinizdir.
Gerçek şudur ki, varlığınızın içindeki her şey birbirleriyle sarmaş dolaş olarak devinmektedir. Arzulanan ile korkulan, nefret edilen ile kutlanan, kendisine yönelinen ve kaçılan birbirlerine girmiştir.
Bütün bu nesneler, sizlerin içinde birbirleriyle kesişen gölgeler gibi çift çift gezinmektedir.
Ve ne zaman ki bir gölge soluklaşıp silinir, gerideki ışıklardan biri öne çıkar ve bir başka gölgeye ışık olur.
Bu nedenledir ki, özgürlüğünüz kendisine vurulmuş olan zincirlerinden kurtulduğunda, daha büyücek bir özgürlüğe zincir olur.


(Ermiş / Halil Cibran | Çeviri: Aytunç Altındal)

9 Eylül 2010 Perşembe

Dİ GEL / Cemal Süreya

Fotoğraf: Ara Güler
Hem ayrıldık hemi de öldük
Kimimiz haritanın bir ucunda; kimimiz öbür
Kimimizin gözlerinde jandarma mavisi
Kimimizin bayrağı naftalin içinde.
Ah! İnanmadık bir türlü inanmadık
Gökyüzü acıyım demedi bize.
Kaç turna sürüsü süzülüp gitti
Buğdaylar kaçıncı sarardı üstümüze.
Ah! Umutsuz türküler yaktık, ağladık
Biz dayanamaz olduk gayri
Di gel gayri zalım ürüzger
Di gel...


Cemal Süreya


(Mülkiye, Sayı: 14, Nisan 1953)

7 Eylül 2010 Salı

UÇURUMDA AÇAN / Cemal Süreya

Aşktın sen, kokundan bildim seni
Bir ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu
Taşıttan indin, sonra da karşıya geçtin
Elinde tuhaf bir çanta, saçında soku

Akıl almaz işleri şu zambakgillerin
Sokakta bir sövgü gibi akıp gittin
Gözlerin sonsuz uzun, sonsuz çekikti
Baksan uçtan uca Çin Seddi’ni görebilirdin

Yanındaki adam mutlaka kardeşindir
İstanbul öyle ağırbaşlı bir kent değildir
Aşktın sen, gidişinden bildim seni
Neye yarar sağduyuyu aşmazsa şiir

Birbirinizi kucaklarken neye yarar
Kucaklamıyorsak eski, yeni sevgilileri
Diyorum çoğunca evli kadınlar
Bu yüzden ölü yıkayıcısıdırlar

Bilir misin acaba ne demiş tilki?
Kişi bir anda nasıl çarpılıverir
Kuliste yarasını saran bir soytarı gibi
Giderek nasıl anlaşılmaz olur sözleri

Ömer ki gölü balığı için değil
Kamışı için vergilendirdi
Ama değnek vurulurken zavallı uğruya
Yüzüne ve neresine değmesin derdi

Selam size büyük durumlar, doruk anlar
Dağ görgüsü kazanır Ağrı’yı bir kez görse de kişi
Marmara’dan yirmi yılda çıkaramayacağı gerçeği
Okyanusu beş dakika seyretmekle kavrar

Belki de biraz geç rastladım sana
Ama her şey geç gelmiyor mu yurdumuza
1929 buhranı bile geç gelmemiş miydi
Eksikliğe mi alışmışız, mutsuzluğa mı yoksa

Bir ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu
Ağır uykusu aldatılımış olanın
Ve aldatanın delik deşik uykusu
Taşıttan indin, sonra da karşıya geçtin

Divan, Nazım Hikmet, İkinci Yeni
Kaç gündür adını düşünüyorum
Ne demiş uçurumda açan çiçek
Yurdumsun ey uçurum

Cemal SÜREYA