Translate

9 Nisan 2013 Salı

Manastırlı Hilmi Bey'e Mektuplar / Edip Cansever


işte şu yağmurlar, işte şu balkon, işte ben işte şu begonya, işte yalnızlık işte su damlacıkları, alnımda, kollarımda işte yok oluşumdan doğan kent hiçbir yere taşınıyorum, kendime sızıyorum yalnız ben dediğim koskocaman bir oyuk koltuğun üstünde, aynadaki yansıda bir oyuk! sofrada, mutfakta, yatağımda yaşamayı tersinden kolluyorum sanki yetişip öne geçiyorum sık sık. sözgelimi bir iki saatte bitiveriyor bir mevsim iyi bugün pazartesi mi? kapının, pencerenin durumu salıyı gösteriyor. 

Fotoğraf: Emre Ekinci (2012)

salondaki büyük saati sattım saatin ölçebileceği herhangi bir zaman parçası yok gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama ne gereği var ki saatin balkona çıkıyorum sürekli yollar yollar yollar katediyorum sanki böylece bir semtin ilk rengini alıyorum örneğin ümraniye'de bir çay bahçesindeyim bazan anılardan anılara bir yol 

ve anılardan anılara sallanan bahçe hangi yaprağı koparsam son anı avucumda kalıyor iyi. yeniköy'de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah bu sabah bu sabah oralı olmadı kimse -pazartesi miydi- oyuğumdan çıkmıştım tam, begonyamsa güller içinde nasıl? güllerse güller içinde yani ve balkon demirinde bir martı. dedim ki deniz şuralarda bir yerde olmalı çıt yok evin içinde deniz şuralarda bir yerde olmalı çıt yok sanki dünyadaki bütün çay ocakları kapalı ve göklerden tepelere inen bir sokak ya da bir akarsuyum ben denizse şuralarda.. yok önemi bir iki gün kaldı -martı- balkonda deniz de öldü sonra, martı da iyi iyi. suyu tutmak gibi bir şeydi hepsi günler -seni anımsadığım zaman- birden kurtuluş'tan taksim'e giden bir tramvay görüntüsü mavi bir elektirik çakımı tellerde sanki kar yağıyor da sürekli, tepebaşı'ndayız karlar gıcırdıyor ayaklarının altında besbelli gümüşsuyu'ndayız, rus lokantasındayız -ne tuhaf, biz her zaman her yerdeyiz ikimiz- şarap içmişiz, üşüyoruz dışarda dünya silinmiş ikimiz ikimiz ikimiz böyle birkaç defa ikimiz sonra ki bir fotoğrafa dönüşüyor her şey nasılsa sarı emmiş, mordan çekinmiş, kahverengi bir fotoğrafa sahi, kalınca bir şeyler giyinmeliyim ben üşümüyorum da bende herkes var, diyen bir kızın titrek sesleri dökülüyor kucağıma dudaklarım kan mavisi bugün. biz burda iyiyiz, biz burda çok iyiyiz biz burda kırk yaşındayız hepimiz dördümüz bir kişiyiz de ondan içimizden biri uyuyor olsa, falan filan onu bekliyoruz bir kişi olmak için evet evet, yanılmıyorum ben bir iki kişi kaldığımız zaman yanılabilirim doğrusu ya yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor duvardaki vitray, begonya begonya, vitray kurtuluşla asmalımescit birbirine geçiyor bir tramvayın durmasıyla durmaması arasındaki ayrım karanfil kokuyorsa biraz yeni koparılmış bir demet karanfilim ben saçlarını soğuk ve uzun. ne diyordum? yağmurlar, evet üşümüyorum ürperiyorum sadece biçimini zorlayan bir kedi gibi dur biraz kapı çalındı, hayır, telefon telefon kapı telefon ikisi birden mi yoksa yoksa ne telefon ne kapı bir şimşek sesi hiç olmazsa o da değil ses filan duymadım ki ben yuvarlandıkça büyüyen bir kartopunun yumuşak sesi mi? belki iki sesi taşıyan bir ses neden olmasın biraz önceki gibi üstümden biri kalkmıştı -yok canını- öyle değil, bir gölgeydi hepsi hepsi yer değiştiren gezgin bir gölge bahçedeki ceviz ağacından içeri sürüklenen. 

Edip Cansever

Manastırlı Hilmi Bey’e Birinci Mektup

Madde Ve Mana / Peyami SAFA



Ey İnsan!


Bu kitabı sana ithaf ediyorum.

Başının üstünden büyük bir rüzgâr geçiyor. Yalancı bir fecirle başlayan asır kararıyor ve sana tek ümit ışığı olarak en kudretli kaynağı uranium’da değil, senin ruhunda sıkışmış maddeden koparak çıkardığın korkunç tahrip aletinin patlayışından yükselecek alevi bekletiyor.

Ey bahtsız!

Tarihinin hiç bir devrinde kendine bu kadar yabancı, bu kadar hayran ve düşman olmadın.
Labaratuarında aradığın, incelediğin, oyduğun, dibine indiğin, sırrını deştiğin her şey arasında yalnız ruhun yok.

Onu beyin hücrelerinin bir üfürüğü sanmakla başlayan müthiş gafletin, otuz yıl içinde gördüğün iki muazzam dünya harbinin kan ve gözyaşı çağlayanlarında en büyük dersi arayan gözlerine bir körlük perdesi indirdi.

Bırak şu maddeyi, boğ şu ölçü dehanı, doy şu fizik ve matematik tecessüsüne, kov şu kemiyet fikrini, dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör Allah’ını.
Kendine dön, kendine bak, kendine gel.

Aptalca bir konfor aşkından doğduğu halde her biri daha korkunç bir dünya harbi hazırlayan teknik mucizelerinin yanında, senin iç zıtlıklarını elemeye yarayacak ve seni kendi kendinle boğuşmaktan kurtaracak ruh mucizelerini ara. İnan manevilere ve mukaddeslere, inan! Onlar hakkında bu kadar küçük düşünmekten utan! Her sezilen derinliğin ifşa ettiklerini düşünmekten bile seni alıkoyan tabiatçı metotlarını fırlat ve bitlenmiş elbiseler gibi at.

Ortaçağ papazında haklı olarak ayıpladığın dar kafalılığın anlayış sınırlarını daha fazla darlaştıran beş duyu idrakinin kapalı dünyası içinde kalma: arşı geç, ferşi atla, sidreyigör ne var maverada ibrethiz...

Peyami SAFA | YALNIZIZ kitabından alıntı...